22 Eylül 2011 Perşembe

Evet


Düzensiz yerleştirilmiş kayrak taşlarının ortalarındaki sarılı grili geniş yüzeye basarak yokuştan aşağı iniyordum. Yolun sınırından başlayan çimleri kesmek için sabah erken saatlerde işe koyulmuş görevliler yorgunluk sigarası içiyor, bir yandan da etrafta dolanıp duran sarı otobüsleri izliyorlardı. Bu homurtular çıkararak durup kalkan ve koca cüsselerinin nasıl olup da dört tekerlek üstünde taşınabildiğine bir türlü akıl erdiremediğim servis arabalarını izleyip durmak sıkıcı olmalıydı; ancak günün bu saatinde daha hareketli ve dikkat çekici başka bir şey yoktu etrafta. Kayraklarla çimleri birbiriden ayıran, sınır gibi gri ve kalın betonlara basmadan çimlere erişebilmek için, yokuştaki son adımımı büyük attım. Bacaklarımızın neden pergeller gibi açılamadığı takıldı aklıma. Kafamın içinde yankılanan, az önce önünden geçtiğim kafeteryadan yayılan müziği unutabilmek için başka şeyler düşünmeye çalıştım. Yerdeki çimlere dikkatlice bakıyor, bir türlü uzayamayan çamların bodurluğunu seyrediyor, aklıma sorular getirmeye çalışıyordum. Müziğe ayak uyduramadan şarkı söyleyen kadın yanık sesiyle aynı nakaratı tekrarlayıp duruyordu. Kafamdan gitmeye niyeti yoktu. Bodur çamlardan birinin altında gördüğüm mantar dikkatimi dağıtınca kadın bir süreliğine sustuysa da, çam, altındaki mantarla birlikte ardımda kalınca adının Ceylan mı yoksa Hamiyet mi olduğunu bilmediğim kadın, hiç alkış tutmadığım bir bis için sahneye geri döndü. Lacivert, kırmızı, sarı ve yeşil ışıkların altında sallana sallana geziniyor, bazen gözüne kestirdiği bir müşterinin tam önünde durup gözlerini ona dikiyor, ayağını yere vurarak ritim tutmaya çalışıyor ve elini hedefe doğru uzatıp “bu yana gel” der gibi parmaklarını kıvırıyordu. Ben de en öndeki uzun masalardan birinde oturuyor, bunun yalnızca beynimin kıvrımlarında kalmasını istediğim saçmalıklardan biri olması gerektiğini düşünüp, varlığımın gerçekliğine sinirleniyordum.
Ellerimi masanın altında kavuşturmuş, onları dirseklerimle bileklerim arasından sıkıca birbirine bağlamış, parmaklarımdan ve avuç içimden bacaklarıma sızan kırmızı sıvının kan mı, şarap mı yoksa vişne kompostosu mu olduğunu merak ediyordum. Ne kadar olduğunu hiçbir zaman hesaplayamadığım bir süre bunu düşündüm. Ara sıra bacaklarımın altına düşen eller benim miydi, orada ne işleri vardı, onları ben mi bağlamıştım, peki bu halimle o pavyonda ne işim vardı? Tabağımdaki fasulyeleri çatalsız yemeye çalışırken karşıdan nasıl göründüğüm umurumda değildi. Kadın şarkı söylüyordu, mavi ışık arada bir benim yüzümü aydınlatarak sahneye uzanıyordu, karşımda oturan takım elbiseli, tabağındaki ipleri renklerine, boyarına ve kalınlıklarına göre ayırıyor, sonra da bunlarla saç örgüleri yapıyordu. Bir ara beni bağlayanın bu adam olduğuna inanmaya başlamıştım, ama adam saç örgüleriyle uğraşırken birdenbire ölünce onun için üzüldüm. Az sonra ölecek bir adam benim gibi çelimsiz, soluk tenli, saçsız ve aksak birine bunu yapmazdı.
Kollarımdaki bağları çözmeye çalışmıyordum. Elindeki sigara paketiyle oynayan adam, yanımda oturduğu sandalyeden kalkıp, kırmızı ışığın eteğinin altındaki beyaz etini aydınlattığı sahnede görüntüsü donan kadına dokundu. Biri “Her şey insanlar içindir” diyordu.
Cebimden çıkardığım ellerimi işçi pantolonumun yanlarına silip oturduğum kütüğün üzerinden kalktım. Pantolonumun geniş ceplerinde bir şeyler ağırlık yapıyordu. Başımı kaldırıp gökyüzündeki turunculuğa baktım. Parmaklarım üşümüştü. Arkamda uzanıp giden kayrak taşı döşenmiş yokuşu tırmanmak için yolu çimenlerden ayıran gri betonlara bastım. Çimlere basmamak gerektiğini belirten yazılardan yoktu etrafta. Ayaklarım birbirini takip ederken yolun ne kadar sıkıcı olabileceği konusunda fikir yürütmeye koyuldum. Sıkıcı işler yaparken içinden saymak, şarkı söylemek, ezbere bildiğin şiiri okumak, tekerlemeleri gözden geçirmek, şimdiye kadar okuduğun kitapların, sevdiğin yazarların, ressamların listesini yapmak, ilkokuldaki sınıf arkadaşlarının isimlerini hatırlamaya çalışmak iyi gelebiliyor. İş bittiğinde bir ödül verilmiyor, ama iş bitiyor.
Kayraklı yolun sonuna geldiğimde bu kadar uzun bir yolda neden bu taşların kullandığını düşündüm. Aklıma sorular geldi yine. Çimler, kayraklar, bodur ağaçlar, mantarlar, kırmızılar, paketler, çöp kutuları, sarı otobüslerin lastikleri, telefon kulübeleri, torbalar, silgiler, kayışı kopmuş saatler, peçetelikler, çadırlar, perdeler, yastıklar, parfüm şişeleri, kışlık ayakkabılar, siyah yuvarlak taşlar, boş ajandalar, yatak başları, arkeoloji müzesi biletleri, çay poşetleri, ayraçlar, sürahiler… Bütün bu nesnelerle ilgili, sonunda soru işareti olmayan sorular, etlerimi kemirmeye başladı. Dayanamayıp oturdum. Ceplerimde ağırlık yapan ellerimi çıkarıp soğuk demir bankın üzerine bıraktım.
Pek de sevmediğim bir meyveyi yemeye koyulduğumda işçiler çimleri biçmeyi bırakmış, yevmiyelerini almak için huzursuzca bekleşiyorlardı. İçlerinden biri evinin balkonunda beslediği güvercinlerden bahsetti. Diğerleriyse sırayla kanaryanın ötücülüğünden, muhabbet kuşunun dilinden, karganın gürültüsünden, martının vahşiliğinden…
İçilmemiş iki şekerli çayla atacı ve asetonu karıştırınca ne olacağını merak ettim. Marketten su siparişi verirken, kedinin yan odada koltukların kenarlarını tırtıklaması fikri canımı sıktı. Bir kutu konserve ton balığı açıp önüne koysam da bundan vazgeçmeyeceğini bildiğimden bakkaldan suyun yanında balık istemedim.
Ayağını sürüye sürüye karşımda oturduğu banktan kalkıp yanıma oturan çelimsiz, soluk tenli, saçsız, aksak adam neredeyse benimle konuşmaya başlayacaktı ki, hemen ellerimi ağzına tıktım. Elleri bilekleriyle dirsekleri arasından bağlanmış zavallı, ağzında benim ellerimle öylece oturuyor, yere damlayan kırmızıya bakıyordu. Bu haliyle başıma bela olamazdı. Onu demir bankta havanın turunculuğuyla baş başa bırakıp, sarı otobüsün önünde güvercinleri olan adamla konuşan şemsiyeliden yevmiyemi almaya gittim.

16.10.2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder