22 Eylül 2011 Perşembe

Doğurganlığını Yitirmiş Kraliçe Arının Son Şarkısı



Çanak şeklindeki bir semtin derme çatma bir apartmanın en gizemli, en çekici ve en itici, en sarhoş, güneşten en mahrum kalmış, tek komşusu kömürlük olan dairesine gidiyordum. Kapıyı çalmadım elbette.
     İçeri girdiğimde her şey benim için hazırlanmış gibiydi. Kapı, girişteki odada yatan tek halı, yardeki eşyalar –piknik tüpü, çakmak, kullanılmış kibritler, yarısına kadar kullanılmış tuvalet kağıdı…- ,güneşsiz pencere, perdeler, dolap, sandalye, masa, kolilere konulmuş kitaplar, duvarın boş kalan bir yerine özenle sıralanmış tekel biralarının boş şişeleri… Hepsi terkedilmeye hazırdı.
      Kapı salona açılıyordu. Daha doğrusu salon olarak kullanılması için yapılmış büyük odaya –tüm eşyalar oradaydı-. Sağdaki ilk kapı tuvaletin kapısıydı. Temiz ve düzenliydi; ama “öylesine” bir yerdi, ne kadar temizlense temizliği göstermeyenlerden. Tuvaletin yanında da küçük oda vardı.
     Salon, ne işe yaradığı anlaşılamayan bin türlü şeyle doluydu. Duvarlar evin sahibi tarafından boyanmıştı belliki. Kendi zevkine göre, dalgalı dalgalı mordu. Hani ilkokulda, orta okulda resim derslerinde suluboya yapılacağı zaman, kağıdı öncelikle temiz suyla nemlendirirler de dalga dalga olur, kabarır ya, öyleydi işte.
     Pencerenin yanında, yerdeydi dolap. Çekmecelerinden, acelece tıkıştırılmış kırmızı, kareli bir gömleğin kolu, siyah bir çorap,diğer teki dolabın önünde, yerde- bir kazağın –ya da süveterin- bir kısmı sarkıyordu. Alçak bir dolaptı. Her iki anlamda da alçak. Birincisi, boyu kısaydı. İkincisi, içine konan hiç birşeyi tam olarak alamıyordu. Kendisinden bekleneni veremiyordu kısacası.
     İçerisi fena halde sigara kokuyordu. Perdeler eve hiç uymuyordu. Güneşlik yerdeki betonu yalıyordu. Tül perdeyse, pencerenin bitim yerinden biraz daha kısaydı,bir-iki parmak kadar.
     Küçük odayla tuvalet arasında , yerde büyükçe bir kavanoz, turuncu, patlak gözlü Japon balığına akvaryum görevi yapıyordu. Zavallı balık ters dönmüş ve suyun yüzüne çıkmıştı. Belki de “zavallı” demek doğru değil. Ne yapsındı sonra balık? Ne anlamı olacaktı zaten anlamsız olan yaşamının o günden sonra? Kavanoz,balığın yasını anlamış gibiydi. O da kendince bir yöntem bulmuştu sanki-duvarları yeşillenmişti-.
     Küçük odaya girdiğimde O yer yatağında yatıyordu. Saygı duruşuna benzer bir pozisyon almıştı. Gözleri sert bakışlarla tavana dikilmişti. Kolları vücudunun iki yanına yapıştırılmış gibiydi. Gayet özenli giyinmişti. Belki de sahip olduğu en güzel giysilerdi üstündekiler. Gözleri uykuya direnen birininki gibiydi. Bakıyordu; ama görmek için büyük çaba sarfediyordu. Belki de artık yalnızca bakıyordu.
     Bu odada pencere yoktu. Yaratılmıştı. Yoktan var edilmişti. Kalın bir fırçanın yardımıyla kahverengi boyayla pencere çizilmiş,  gece manzarası resmedilmiş, iki yana da perde yapılmıştı. Perdeler koyu mor renkteydi. Sararmış bir yorgan düzgünce katlanmış, pencerenin altına konulmuştu. Belki de üstüne oturulmuş, duvardaki gece manzarası izlenmişti. Odada başka  eşya yoktu. Belki de O, yattığı yerden görebildiği salondaki masadaki eşyalarla yetiniyordu, kim bilir?
     Yerde bir halının olmayışı işine gelmiş olmalıydı ki, pencerenin altında, yorganın yanında bir kaç sigara izmariti vardı. Demek ki onun için en huzurlu yer, geceyi kendi istediği gibi izleyebileceği pencereydi. Ben de pencerenin önüne oturdum. Yorgan öyle inceydi ki,betonun soğukluğunu hissedebiliyordum.
     Sırtımı betondan geceye verip onu dinlemeye başladım :
     “Mor rengi seviyor muyum? Evet, çok seviyorum. Hep mor bulutlarım oldu. Bilinçsiz yaptım bunları, belki de beynimdeki bulutları yaratmak isterken deliler gibi fırtınalar koparttım düşlerimin küçücük avlusunda. Beceriksiz, çelimsiz bir çocuğun aslan taklidi yapması gibiydi her soluğum ve yerde ve kumların arasında her bilye buluşumda elimi bir arı soktu-benden büyük, benden sivri, benden hızlı, benden zeki-.                                   Yanımdan rüzgar gibi geçip gidenin ne zaman olmasını istedim, ne de siz. Koşarak başladığım yolun yarısına bile gelemeden, altın çıngırak takmış bir öküz, bitiş çizgisinin kurdelesini yemişti bile, altında dünya kadar değerli arabasıyla.
     Ne olduğunu anlayamadığım bir sarsıntıyla ya da bir çığlıkla uyanıyordum her uykumdan. Kurtuluşumu aradığım her özgürlükte sol yanımdan bir parça bırakıyordum. Sonra da kendimi aşağılıyordum, sanki aynadaki benmişim gibi.”
     Beyni uyuşmuştu. Gözleri, yuvalarından fırlayıverecekmişcesine ağrıyordu. Gözlerini ovuşturmak istedi; ama elleri çoktan uyuşmuştu bile. Mektup yazmak da istemişti canı. Ama istememişti de. Ne anlamı olacaktı onun için mektubun? Onun için anlamı olmayan bir şey tanıdıklarına ne verirdi? Gerçi, hayatta hep tersi olmuştu.
     Milyonlarca şey geçiyordu aklından. Aklından mektup yazıyordu. O ana dek yazdıklarını beğenmedi. Baştan başlamaya karar verdi :
     “En başta neydim bilmiyorum; ama, bir ara -benim bile yakalayamadığım bir hızla- doğdum, büyümekle aynı kalmak arasındaki uruma yuvarlandım, çoğu kez, kendi isteğimle. Şimdi o uçurumdan çok uzaktayım. Aklım hala orada olsa da. Şimdi neyim, onu da bilmiyorum; ama, her evrimimde onu gördüm, ilk benimle yürüdü, benimle koştu. Uçurumda birlikte savaştık görünmeyenlere karşı. Şimdi de yanımda. Kim bu? Ne? Niye? Her şey o kadar hızlı büyüdü ki, benden hızlı, hep kilometrelerce geride kaldım.”
     Yine aynı yere gelmişti. Beğenmediği başlangıcın son kelimeleri. Hep geride kalmaktan bahsediyordu. Ayrıca, benim varlığımdan haberdardı, hatta hep haberdarmış. Ben herkesin yanındaydım; ama ilk o farketmişti. Nereden biliyordu hep yanında olduğumu?
     Neyse, başka şeylerden bahsetmeliydi biraz :
     “Bir bardak…”
     Akıl mektubunu yazmayı durdurdu. Ve birden sesli konuşmaya başladı. Sesli konuşmaktan çok şiir okumak gibiydi :
     “ sandığımda sağım uyuştu
       aklım harmanlaştı
       karıştı
       sevimlileşemeyen bir döngüydü
       başımda çemberleşen
       askıdan sarkan yılan dilli orman kedisiydi yüzüme
       ve Kız Kulesinde ölen bendim
       yılana-yalana aşıktım
       bir doğurgan uşkan oldum sonunda
       nefret etti benden meleklerle tanrılar
       uçuştum
       ekimdi aylardan
       geçti.”
     Birden konuşmaya başlamıştı, birden susmuştu. Hiçbirşey olmamış gibi akıl mektubunu yazmaya devam etti kaldığı yerden :
     “Bir bardak sürrealizm içmeliydim, kendime gelmeliydim. Belki de sadece bakmalıydım. Büyütmeliydim. Daha tüketmek istemiyorum ben, beni tüketenlere kızarken, hem de yanımda bir kelebek bile yokken.”
     Sevgi kelebeği demeliydi. “Sevgi kelebeği.” Gülesi gelmişti.
     “Her yer sert. Beynim taş gibi. Bir varmış, bir yokmuşlarla uğraşırken, olabilitesi yüksek rüyalar görme isteğimi perçinledim kendi kendimin. Kendi kendime nasıl olmak istediğimi anlattım. Kendi kendime! Kendime!!! Hevesle garipsemeler yaşadım. Gülüştüm de, yüzüme yansımadı ama. Hainlikler düşünen yaramaz çocuk gibiydim. Belki de müşterilerini çekiştiren orospular gibi. Her şeyi yazmak istedim. Bir gün önceden öğrenecektim geçmişin geleceğe nasıl taşındığını ”.
     Yine öncelik sırasını sorgulamaya başlamıştı. Oysa bundan bahsetmek istemiyordu. Yine şiir okumaya başladı seslice. Hoşlanmıştı bu ‘ara haykırış’lardan :
     “iç içe geçmiş
       el ele vermiş
       koyun koyuna girmiş
       öpüşmüş sevişmiş
       kırılganlıklarını yitirmiş
       miş’li geçmiş aynayı yemiş “.
     Ve sessizce mektubunu yazmayı sürdürdü :
     “Coştukça coşuyordu içimdeki çocuğun yıldız özlemleri. Bir insandan daha yakın olunamaz mı yıldızlara, yoksa onlar zaten o kadar yakınımızda mı? Kar özlemlerim vardı benim. Bir çocuğun mutluluğa ihtiyacı varsa ona kar göstermelisiniz. Yüzüme doğru inişlerini bir görmeliydiniz. Öyle şahane dans ediyorlardı ki, korkuttular beni. Ben onlar kadar iyi dans edemiyor olsam da onlara eşlik ettim. Bugün kar yağdı. Beni uğurlamaya geldiğini biliyor muydu acaba? Bugün kendimi ormanından uzak bir ağaç, ağacından uzak bir orman gibi hissetmedim. Daha çok rüzgara aldanmış ve nihayet tek başına uçmayı öğrenmiş bir tüy oldum. Eskiden bir kargaya aittim -siz hala o kargaya aitsiniz!-, şimdi kendimi rüzgarın egemenliğine bırakıyorum. Külleri bile kalmayan umudumun arkasından gidiyorum. Yalnızlıklarımı da peşimden sürüklüyorum.”
     Biraz da tiyatrodakilerden bahsetmeliydi. Onlarla olan ilişkisi hep kafasını karıştırmıştı zaten :
     “Yerçekimsiz hayatlardı bu yaşadıklarımız. Aslında hepimiz kendi yazmakta olduğumuz masalların başkahramanlarıydık. Şuursuzca sahnede dolanıp durduğu halde alkış bekleyen oyunculardık. Belki de hepimiz kafamızda canlandırdıklarımızın birer parçası oluveriyorduk. Kendimizi masal dünyasının büyüsüne kaptırıveriyorduk. Alışıyor, alıştırıyorduk. Kaderin cilveleri değildi bizim kendimize ettiklerimiz, bir düzine kandırıkçının masalını oynuyorduk. Hevesimiz kaçmasın diye de kandırmacanın başrollerinden biri veriliyordu özenle seçilerek.
     Dedikoduları  gerçeklerden daha çok kullanıyorduk hediye paketi olarak ve paketleri hep açardık. Şişe  çevirmece oynardık, soyunurduk karşılığında. İzleyenler çıplaklığımızı arşınlardı. Bizse utangaçlığımızı unutmaya çalışır, parıltıdan makyaj yapardık is karası suratımıza. Sular kesikti.
     Oysa, geriye dönüp baktığımda, yaşadıklarım üzerimden pul pul dökülür oldu zamanla. Evet, pul pul. Çünkü ben bir balığım, hepimiz balığız. Ve balıklar dans ederler. Neden müzik varken dans edilmeyebilirse, müzik yokken dans edilemesin? Dünyada balıklar yokken de dans ediliyordu. Balıklar hiçe karıştığında da dans edilecek olması neden bizi bu kadar endişelendirirdi, anlayamıyorum. Bizsiz dünyanın hiç de yavan olmayacağını öğrenemedik bir türlü.”
     Ne yazıyordu beyni böyle? Saçmalıyordu :
     “Her gece yatarken “yarından itibaren”lerle başlayan cümleler kurmaktan bıkmadım bir türlü. Yaptığım, yaptığımız şakanın, altında yatan ölü duyguları canlandırıyor olması karşımızdakini deli etti hep ve şakaların altında ciddiyet arattık insanlara, “şakayla karışık.”
     Bildiğim tüm kelimeleri oyunlarıma alet ederdim utanmadan. Çünkü bunda utanılacak bir şey yoktu. Kelimelerin efendisi bendim. Şimdiyse kölesiyim. Oysa dünyanın en büyük yazarı olacaktım. Ve ayaklarımın altına kırmızı halılar sereceklerdi, eskiden bana çelme takmak için yarışanlar.”
     Artık sesi çok zor çıkıyordu; ama son bir “ara haykırış” peşindeydi :
     “uyandığımda
       beynimin loplarına egzersiz yaptırdığımda
       saçma sapan kuşlar görüp
       saçma sapan güldüğümde
       ve ayaklarımın altında
       kırmızı halıların olmadığını anladığımda
       ağladığımda
       ses verip vermediğimdedir
       dilimin tomurcuğu
       bira şişesinin yeşil duvarına asılı kalmış
       şaşmış
       bir köpük yeşilimsisiyim
       bir pencere kenarına düşmüş yaprak kurumsusuyum
       matematik defterinin arasına sıkışmış not unutulmuşuyum
       tam olarak
       ağlayabilmiş miyim?”
     Ara haykırışı bitmiş, beynini dinlendirmişti. Tavana bakmaktan ve görememekten sıkılmış, kapıdan dışarısını görmeyi istiyordu. Gözüne salonda, masanın üzerinde duran kola kutusu ilişti :
     “Herkes gibi bakamaz olmuştum kola kutularına, onlar benim için kapitalizmin kışkırtıcı gümbürtüsünden daha çok şey ifade eder olmuşlardı bu oyuna başladığımdan beri. Bu, belki de başımı hayatımın sokak köşelerinden çıkararak sorduğum ‘Gerçek hayat meydanda mı, saklandığım karanlık köşemde mi?’nin cevabının belirsizliğindendi.”
     Garip problemler üretip, bunlara garip çözümler bulmaya bayılırdı;  ama bu kez fazlaca garip olmuştu. Gülmek istedi. Yüzü uyuşmuştu. Beyni artık vücudundaki hiç bir kasa emir  veremiyordu.
     “Öyle çok kızıyordum ki hayata, sürekli didişmek zorunda kalıyorum. Ve hikayeler uydurup avutmak öyle zor oluyordu ki, “bazenlerde” takılıp kalıp sonunda çengeli koparıp atıyordum ve sabaha karşı uyanıklığımdan faydalanıp beni terketme girişimi olan insanları sıraya diziyordum. Onlar oyunlar oynarken çay bahçeli sahillerde, ben onları avutmaya hazırlanıyordum saatlerce. Yanımdan fırtına artığı çer çöp bırakarak geçip giden ve zamana beni sürekli şikayet eden mızıkçı hayat, kuşlar, kareler, yanıbaşımda beni vurmak için hazırlanan, gözlerimin kahverengisini hor gören o aptal bakışlı duvarlar… Öylece kabından sıyrılıp çıkıverememiş, öylece kalakalmış  hayatın gözbebeklerinde. Bir damla yağmurun ve saçlarıma dolanan yosun kokusunun öcünü almak için geldim dünyaya. Saçımdan bir tel koparıp büyü yaptırmış olmalılar. Tuzlu sudan bir bardak içmiş olmalılar. Saydam heykellere ayak uyduramayıp utanmış, utançlarını ayırttıkları mezarlara gömüp, başlarını henüz isimlerini yazdırmadıkları mermerlere dayayıp ölü uykusuna yatmış olmalılar. Aranmamış, koşturulmamış, uyandırılmamış olabilirler.
     Öc almak için saatin gece yarısını haber vermesini bekleyemeyecektim. Koluma babaannemin bastonunu takıp sırtıma da yatağımı yükleyecektim.
     Siz gölgelerinizle  yarışıyordunuz, yarın sabah kalkamayacağınızdan korakrak son gemiyi herkesten önce kaçırmak çabasındaydınız ve ben sizi göremiyordum. Sizden  biri olmak zorunluluğu kulaklarımdaki çınlamayı dayanılmazlaştırıyordu. Herkes bir yerlerdeydi ve ben bir yerdeyim. Üşüyordum; ceketim omzumda, kolları kollarımın iki yanında yürüyordum trenin birden fırlayıvereceğini bildiğim rayların üzerinden, düdük seslerinin yankılandığı tünele doğru. O gün varmalıydım oraya. Yumurta kapıya dayanmıştı, bugün çok geç olurdu, yarın ağlardım, yarın yine uyurdum, yarın sizi severdim, yarın kalırdım çıktığım yolculuktan, ilk güneş seferiyle dönerdim, yarın yıkık kırık köprülerden geçerdim düşe düşe. Kitapları üstüste koyup zaman makinesi yapardım. Ortaçağa giderdim, telefon kulübesi bulur sizi arardım, “ulaşılamaz” derdi bilmediğim, anlamadığım bir ses, “ulaşılamaz ona böyle, o şimdi çok ilerde,çok uzakta, yetişemezsin” derdi. Yalnızlığım saçalarımı ağartırdı o an ve saçlarımın arasından sözcükler boşalırdı ter kılığına girip. Bilmediğim, anlamadığım ses ter kokusu olur, kendi kokum olurdu sonra. Bir güvercin uçururdum, ayağına beni bağlardım, bulut koparırdım bir tutam ve sarardım onu. Bir duman çekerdim, cennete dönerdi içim. Baldan gözyaşları akardı gözümden, bilincim akardı kulaklarımdan kulaklarınıza. Beni bilirdiniz, anlardınız o zaman ve birlikte oynadığımız filmin ortasına reklam konulmasına izin vermezdiniz, birlikte çizdiğimiz haritada, çiçekli yollarda yuvarlanırdık. “ Günaydın” derdik umursamayan hayata; ama hayat umursardı bizi, bizim hayatımız olduğundan ağlamazdık. Renkleri yazardık alnımıza. Bir flüt çalıyordum, sesin kokusunu takip etmenizi diliyordum Tanrıdan, beni bulasınız diye. Bir radyo kanalı ayarlardık flütle çaldıklarımı beğenmezseniz, şöye hareketli bir parça, ve bir parça da saati dudururduk. Yıllardır  görmediğimiz lise arkadaşlarımızı da davet ederdik. Konuşacak  bir şey bulamamak için bir parça alaturka ısmarlardık o gün. Güneşten  tek ricamız bir paça içerleme de olabilirdi. Giderdik  ve dururduk, orada beklerdik neler görmek istemediğimizi, sonra da ağlardık. Bu  kez şaşkınlık görürdük, terbiyesizlik yapardık, içerdik. Ne de olsa hayata biz hükmederdik O malum gün. “Gelecek de bir gün gelecekse” lerle başlayan cümleler kurardık. Uzunu  da  olurdu, kısası da. Ezberlerdik  bütün çocukları, hiç biri darılmasındı bize bizden başka. Masaların  etrafında toplanıp düşmanlıklarımızı hatırlardık O’ndan sonra. Sonra  ilelebet unutmak üzere ve hep birlikte koca dilimler halinde yerdik pastayı.  Üstüne  daktiloda telefon numaraları yazdığımız sigara paketlerinden rehberler yapardık. Altın  rehber diye yuttururduk kuşlara. Sokakları  anımsatan yüzlerimiz olurdu. Gençken    bile hiç çöl olmadan yaşardık. Saçlarımızı  kesmeden, birden birbirimizin dikkatini ekiverirdik beynimizin tarlalarına. Oysa benim tek ilgilendiğim beyin pirzolası ve üstünde esneyerek gezinen kediydi.”
     Gözlerinin oyalanacak hali kalmamıştı artık. Yine tavana bakıyordu. Aslında bakıyor muydu, yoksa sadece gözleri oraya takılıp kalmış mıydı, bilemiyorum tam olarak; ama, belli ki yaptıklarının hiçbirini kendi iradesiyle yapmıyordu, yalnızca beyni hala çalışıyordu ve hala mektup yazıyordu :
     “Sürekli yeni şarkılar buluyordum kendime ve onları istediğim gibi yorumluyordum. Benimmiş gibi davranıyordum. Ben yazmışım gibi. Bazen de dünyanın en mükemmel şarkısı muamelesi yapıyordum onlara. Bir süre sonra da kaybetmekten korkuyordum onları, iki dakika sonra beni eskisi kadar ağlatamayacakları endişesine kapılıyordum. Hafızamda, hafızanızda A yüzünün altıncı şarkısı kadar bile yer etmiyorlardı oysa.”
     İnsanların hafızalarında ancak A yüzünün altıncı şarkısı kadar yer tutacağını anlamıştı sonunda. Ve –belki de zamanının iyice daraldığını anlayarak- mektubun son bölümlerini yazmaya girişti :
     “Gülerken başıma geldi hep bunlar. Ayağım kaydı, burnum aktı, karnım acıktı, sesim kısıldı. Ağladım, canım sıkıldı sonunda. Kelimi kimse görmedi, ağladığımı da. Hep uyurken yakaladınız beni. Bense hiç görmedim sizi, ne yerken, ne bilirken. Kıskandım. Korkularınıza bile özendim. Bir sabah, uyanamadığımda, farkındalıklarınızın hepsinden vazgeçmenizden koktum en çok da ve sonrası olmayan çiçekli yollardan. Her gülümsemeniz bende bahar etkisi yarattı. Ve her defasında alerji oldum. Bıraksaydınız da tam olarak yaşasaydım acılarımı bari. Her duyuma ardarda hüzünler yolluyordunuz. Hissedememekti bütün korkum.”
     Aceleden konuları dağıtmaya başlamıştı beyni ve sanki başa döner gibiydi yine :
     “Her şey böyle mi başlamıştı? Savrularak ve incinerek ve ölümüne susayarak? Sanki bir milyon insan evladı üstümden geçmiş üstünlüğünü kanıtlamaya çalışırcasına ve karanlık ayakların dibinde çırpınırken ağaçların arasında saklambaç oynamaya heveslenmiş ve yenilgiye uğrattığımız hayattan aldığımız öcün canlılığıyla savrulmuş? Bir anlık nefes, bir anlık alışveriş, kaybettiğimizi zannettiğimiz bir şeyi aslında unutmuş olabileceğimiz ihtimali ve suçladığımız onca an. Bir şeyleri başlatır gibi bitirerek ve sol cebimden düşürdüğüm anahtarın kilitli unuttuğu kapılarımı açamayışım…
     Dilek dilediğim ağaçların altında bıraktım çocuğumu. Sağımda ve solumda kalan taraflarımın benden uzak oluşunu  hissedemeden düştüm bu kuyuya. Benden taşlar fırlattım kalemin zayıflayacağını düşünmeden. Kolum, dayadığım masalarda durmadı. Düşeceğim endişesiyle uyandım rüyalardan. Köşelerimi törpülüyorum şimdi yüksek binaların arasında. Şarkılar dinliyorum ruh halimin kıvamında. Oyunlar oynuyorum, düşünmeye fırsat bırakmıyorum. Uyutuyorum kendimi. Kentimi terk edip şehrimi yaratıyorum. Bir su içiyorum, ikincisi çok geliyor. Terk ettiğim kentime kar yağmışmış yıllar önce, şimdi şehrime yağıyor, görüyorum, tutuyorum, tuttuğum şeyleri değerli kıldırıyorum hayata, mutsuzluk gerekçesiyle. Saatin sesi gizlediğim huzursuzluğa vuruyor. Özlediğim sadece delilik ve yola çıkmak. Yola koyulur gibi yaparak avutmaktan bıktım özlemlerimi. Geçtiğim her şerit benim için özellikle tıkanıyor, bense duruyorum ve bağrıma bastığım umarsızlık rolüyle sarılıyorum özlemlerime. Her yola çıkışımda kaybediyorum kendimi, sapaklardan birinde unutuyordum.
     Sevdiğimi sandığım yemeklerin arasında kaldım hangisinden tatsam diye düşünerek. Ben bir bal arısı değilim ki çiçek tarlasında, tatmak istediklerim tutmak istediklerim kadar uzak değil. Belki kum yerine yastığıma gömdüm başımı. Herkes halay çekerken ben ağladım. Tutmak istediğim bu muydu? Tıknaz bir adamla muhabbet etmekti. Onunla alay eden sözcükler kullanmaktı, iyi niyetini sömürmekti, sindirmekti. Yiyemeyeceğim yemeği yapmak istemedim belki de. Şimdi bir ekmek fırını işletiyorum bir şehrin göbeğinde, ekmeklere betimlemeler yapıyorum. 
     En son ne zaman gördüğümüzü bilmediğimiz sürekli tekrar edilen bir rüya gibiydi hayat. Ne umduğumuzu ve ne bulacağımızı aynı anda biliyor olmanın suçluluğu ağırlaşır omuzlarımızda, çekemez olurduk. Çocukları dönme dolaplara bindirdikten sonra  aslında hayat hiç  değişmezdi; ama, her çocuğun hayalinde bir dönme dolap ya da bir  atlı karınca vardır. Kızdığımız insanları çarpışan arabalara bindirip beynimizdeki lunaparklarda sarsmak istemez miydik hiç, veya ellerine balonları verip sonra da iğneler batırmak balonlara? Kurdele bağladığımız zarflarda bozuk yiyecekler sunmak savaştığımız hayatlarımıza?
     Doğurganlığını yitirmiş bir kraliçe arıyım ben. Bütün işçiler etrafımı sardı. –Size göre- küçük ağızlarıyla yemeye çalışıyorlar beni. Ben hala güzelim, alımlıyım, zenginliğin ta kendisiyim. Varlığı onlara ben verdim. Şimdi kalleşlik yapma sırası. Bu gün savaşa davet ediyorum kendimi. Onları ve kendimi ölüme mahkum ediyorum.”
     Yavaş yavaş ölmüştü. Aldığı onca ilacın kana karışması ne de uzun sürmüştü! İnsanlar buna “acelesi yoktu” da diyebilirlerdi, “acı çekmiş” de. Epey gençti. Tiyatro oyuncusunun ani ölümü, insanların aklında A yüzünün altıncı şarkısı kadar yer yapmacaktı tam tahmin ettiği gibi. Ve tam istediği gibi olamayacaktı her şey. Evet, mektubu yalnızca aklından yazmıştı, bunun yalnızca yüzüne yansımış kırıntılarını bulabileceklerdi. Bir de kola kutusunun altında unuttuğu alelacele yazılmış notu :
     “Doğurganlığını yitirmiş bir kraliçe arıyım ben, sözlüklerin arkasındaki boş sayfalara düştüm.”


05.03.2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder