24 Eylül 2011 Cumartesi

?

Kedinin kuyruğu gibiyim. Mutluyken dik. Korkunca da. Belli değil; mutlu muyum, korkuda mıyım.

parmağımın ucunda, başımın içinde

Nasıl dayandım? Omuzlarım parladı o gece. Kedi hapşırdı. Nefesli çalıgılara üfledi dudaklar, ciğerler. Parmaklar harflere bastı, notalara dokundu, rakamları itti. Tak tak tak tak tak, tık tık tık tık tık... Nefes alıyorum, içimde tutuyorum, üf üf üflüyorum. Nefes veriyorum. Gelmiyor. İçimden çıkmıyor. Tepemde tütmüyor. Gözümün önünde halbuki. Bir yere kaybolmuyor. Tekrar etmek için çok erken. Tekrar gitmek için çok geç.

gerçek

Biraz gerçekçi olsaydım bira şişemin yüzeyinde oluşan su damlalarını bir işaret saymazdım.

yok yok

Küçükken evde Fransızca bir çocuk kitabımız vardı. Yok-Yok isminde bir kahramanın maceralarını anlatıyordu. Sanırım. Resimlerinden anladığım ve aradan geçen 25 yıla rağmen aklımda kalan bu. Tabi Yok-Yok benim için Türkçe anlamını hiç yitirmedi. Yok yok, hayır hayır. Annem de hikayeyi hiç Türkçe anlatma zahmetine girmedi, bizim de doğuştan çat pat Fransızca bildiğimizi umuyordu sanırım. Fakat durum böyle değildi.
Bugün ben şu 30 yaşımdaki halimle (hamile halimle der gibi oldu, 30 yaşın ne hali varsa artık) her yok yok dediğimde aklıma geliyor.
Arayıp sormak gerek belki de - yokyok.
Belki o da düşünmüştür bunu - yokyok.
Hata bendeydi - yokyok.
Ondaydı - yokyok.
İyi bir içmek lazım - yokyok.
Çok içmek lazım - yokyok.
Hatasız kul olmaz - yokyok.
Yarın gidip tıksırana kadar içeceğim - yokyok.
Başımdaki kırmızı salak başlık giderek aptal kırmızı başlıklı kız pelerinini andırıyor -yokyok.
Hiçbir şey anlamıyorum - yokyok.

en başında yoktum

En başında renk yoktu. Bembeyaz bir boşluk (boşluk beyaz mı), ya da simsiyah bir karanlık (karanlık siyah mı) vardı. Burnu Yunan heykellerininki gibi, küçük ve kırıktı. Kolu ve belki bacağının biri de öyle. Rengi ruhsarı atmış, onu çevreleyen toprağın ışıksız rengini almıştı. Toprak kokar olmuştu. Rutubetli bir durumdu bu. Genzi yanıyor, gözlerine dolan küçük taşlar mermerden vücdudunu sarıyor, yağmurlarla ona iyice sokuluyor ve her yerini yavaş yavaş oyuyorlardı.

22 Eylül 2011 Perşembe

mübalağasız sonbahar

Eskimişim, atın beni. Kaldığım yerden devam. Hiç mübalağa yok. Ayağımda 2 aydan fazladır giymeyi beklediğim yağmur çizmelerim (Temmuz'da aldım), hırkam ve yeni siyah elbisemle sonbahara ve hemen ardından kışa hazırım. Hemen gelsinler, üşüyelim, kat kat giyinelim, sıcak kupaları elimize alalım, çorbalar dilimizi yaksın istiyorum.
Sonra frene yükleniyorum çok kuvvetli bir şekilde ve geçmesin, diyorum. Geçmesin. 30 geçmesin, 20'ler gitmesindeki gibi. Geliyor ve gidiyor ama. Ayağına yapışasın geliyor yılların, sakız gibi. Yapışayım da beni fark edene kadar ezile uzaya gideyim onunla. Ne kadar gittiğim, nereye gittiğim önemli olmaz ki böylece. İstediğim kadar sonbahar, istediğim kadar kış, istediğim kadar yüz, istediğim kadar otuz. 
Hep bugün, hep yarın olabilir. Tamam yani çok imkansız şeyler hayalini kurduklarım ama şimdi bir düşün... Yıldız Parkı'na gitmişsin, ya da Yıldız'a, parka falan değil, herhangi bir yere gitmişsin. Ağaçların çok olduğu bir yer. Uzun ağaçlar, kısa ağaçlar, cüce ağaçlar, fidanlar... Sen nasıl istersen. Sırt üstü yere uzanmışsın. Altına ister bir battaniye sermiş ol, ister bir dünya. Gözlerin yukarıya bakıyor. Ağaçların uzayıp giden dalları ve dökülmek üzere sallanan yaprakları arasından gökyüzüne doğru. Sanki gökyüzü de seni görüyor. Bulutlar parmaklarıyla seni gösteriyor birbirlerine. Yapraklar sana doğru dökülüyor. Yağmur sana doğru yağıyor. İstersen kendine bir müzik bile seçebilirsin. İstersen toprağın altından, çok sıcak bir yerden gelir müzik, istersen uzaklardan, ağaçların bile arkasından, istersen buluttan, yağmurdan, beyaz kış ışığından, istersen kafanın içinden, istersen kendi gırtlağından. 
Oracıkta, sırtının toprağa kavuştuğu, gözünün gökle birleştiği o yerde zaman ilerlemeyecek. Kalkıp gitmek, kalmak, gelmek kavramları anlamsız olacak. O an yalnızca baktığın şey var orada. Sonbahar  var. Sonbaharın ayağına yapışıyorsun sakız gibi. Uzuyorsun, uzuyorsun, uzuyorsun. 

zeytin


               
belki de bu kadar yalnız olmamalıydık
bu kadar soğuk olmasaydı kışlar ilkbahar özentileri olmazdık
yazları sıcak ve kurak kışları soğuk ve yağışlı geçen coğrafya derslerini daha çok sevebilirdik
göçmenler olsaydık ya da sevimli şempanzeler
bir şişe suyun içine düşmüş bir tek zeytin
ya da dalı.
       
30.07.2000

zaman zaman


   1.
   Ay damlatıyor.
   Çok yapışkan.
   Parmaklarımı kestim, ay damlıyor.
   Parmaklarım yapışıyor.
   Ay, parmaklarıma yapışıyor.
   Parmaklarıma yakışıyor.
   Ay parmaklarımı sarmalıyor.
   Ay sarmalı.
   Ayın sarmal gücü.
   Ay sarmalı parmaklarımı.
   Ay sarmalı, dolanmalı boğazıma.
   Boğazıma yapışmalı.
   Yapışkan ve kaygan bir vadiden ay doğmalı.
   Vadiden içeri dolmalı.
   Ay sarmalı, suları ters akmalı.
   Sular vadiden yukarı dolmalı.
   Vadiye ay akmalı.
   Yamaçlar sarsılmalı.
   Ay tozuna bulanmalı tepeler.
   Islanmalı.
   Ay, ıslatmalı.
   Ay, suları almalı.
   Denize akmalı.
   Deniz, en görkemli ayların doğduğu yer.
   Denize ay doğmalı.
   Ay kaymalı.
   Ay sekmeli denizde.
   Ayın üstünden gemiler geçmeli.
   Ship ahoy!
   Yüzlerce kuş havalandı.


2. 
kışın mektup yazmaya özeniyor insan..
kar falan yok burada. soğuk sadece. soğuğu sever misiniz? ben severim. 
kuşlar çok üşüyor yalnız, annem buna çok üzülüyor. annemi teselli etmeye 
çalışıyorum. onlar nasılsa bütün hayatlarını dışarıda geçiriyor diyorum, 
alışkınlar soğukta yaşamaya. ekmek kırıntıları veriyor onlara balkondan. 
kırıntıları yemeye gelmediklerinde sinirleniyor, söyleniyor ve merak ediyor 
onları. sakın başlarına bir şey gelmiş olmasın? üzülüyor yine. ve ben yine 
teselli etmeye çalışıyorum, ve kış günleri annemle benim için böyle 
yuvarlanıp gidiyor, ve kuşlar arada bir balkonda annemin kırıntılarını 
yiyorlar. annem mutlu oluyor. ben de mutlu oluyorum.
burada kar yok, bahsetmiştim. fakat karı seviyorum ben. özlüyorum. "büyümüş" 
insanlar nasıl zaman zaman oyuncaklarını özlerse ben de karı özlüyorum. 
kuşlar annemi tatmin ettiği gibi beni tatmin etmiyor. yolculukla karışık kar 
özlemlerim tutkuya dönüşüyor. yanar dönerli ışıklarını özlüyorum büyük 
şehirlerin. yanar döner ışıklar, kar altında daha büyülü görünüyor 
hayalimde.
geceleri kavanozu yarıya kadar suyla dolduruyorum. içine yüzen mumlardan 
atıp karanlıkta danslarını izliyorum, gölge oyunları bana yine tutkuyla 
bağlandığım, saplandığım karlı büyük şehri hatırlatıyor. bu kadar nefret 
edilen ve bu kadar arzulanan şey illa aşk mı olmalı, yoksa aşık mı?
çok fırtınalı günlerde içeri kar dolar ümidiyle pencereleri açıyorum. fakat 
pencereler yeterli değil kışı içeri almaya. pencereler kıştan çok uzakta 
kalıyorlar. evimiz, kışın yaşandığı yerlere uzak kalıyor. fakat yürüme 
mesafesidir ay her yerden.  ay, penceremize yakındır. oradadır, ağaçların 
arkasında, dağın üstünde. kışsa uzaklarda kalıyor. yürüyerek gidemiyorum 
yanına.
karla karışık bir yolculuğa çıkmalı, aklım karmakarışıkken...


3.

sandığımda sağım uyuştu
aklım harmanlaştı
karıştı
sevimlileşemeyen bir döngüydü
başımda çemberleşen
askıdan sarkan yılan dilli orman kedisiydi yüzüme
ve kız kulesinde ölen bendim
yı(a)lana aşıktım
bir doğurgan uçuşkan oldum sonunda
nefret etti benden meleklerle tanrılar
uçuştum
ekimdi aylardan
geçti.


4.

uyandığımda
beynimin loplarına
egzersiz yaptırdığımda
saçma sapan kuşlar görüp
saçma sapan güldüğümde
ve ayaklarımın altında
kırmızı halıların olmadığını anladığımda
ağladığımda
ses verip veremediğimdedir
dilimin tomurcuğu
bira şişesinin yeşil duvarına asılı kalmış
şaşmış
bir köpük yeşilimsisiyim
bir pencere kenarına düşmüş yaprak kurumsusuyum
matematik defterinin arasına sıkışmış not unutulmuşuyum
tam olarak
ağlayabilmiş miyim?


5.

öyle çok kızıyorum ki hayata sürekli didişmek zorunda kalıyorum ve hikayeler
uydurup avutmak öyle zor oluyor ki bazenlerde takılıp kalıp sonunda çengeli
koparıp atıyorum ve sabaha karşı uyanıklığımdan faydalanıp beni terk etme
girişimi olan insanları sıraya diziyorum onlar oyunlar oynarken çay bahçeli
sahillerde ben onları avutmaya hazırlanıyorum saatlerce
yanımdan fırtına artığı çer çöp bırakarak geçip giden
ve zamana beni sürekli şikayet eden mızıkçı hayat,kuşlar,kareler
yanıbaşımda beni vurmak için hazırlanan
gözlerimin kahverengisini hor gören o aptal bakışlı duvarlar
öylece kabından sıyrılıp çıkıverememiş öylece kalakalmış hayatın
gözbebeklerinde
bir damla yağmurun ve saçlarıma dolanan yosun kokusunun öcünü almak için
geldim dünyaya
saçımdan bir tel koparıp büyü yaptırmış olmalılar
büyücülerin en ulusuna götürmüş olmalılar
tuzlu sudan bir bardak içmiş olmalılar
saydam heykellere ayak uyduramayıp utanmış
utançlarını ayırttıkları mezarlara gömüp
başlarını henüz isimlerini yazdırmadıkları mermerlere dayayıp
ölü uykusuna yatmış olabilirler
aranmamış koşturulmamış uyandırılmamış olabilirler
öç almak için saatin gece yarısını haber vermesini bekleyemeyeceğim
koluma babaannemin bastonunu takıp sırtıma da yatağımı yükleyeceğim
sabah olurken .



5.

surlara çıkıp bağırdım dün
yansıdı sesim aynalara
yüzüm silindi tüm aynalardan
aynaları yaydım,
sofra bezimi serdim üstüne
ayraçlarımı yemeye koyuldum
afiyetle



6.

benle başlayan ve karşılıklı çoğalandı
başladığı yerde ben vardım
tükendiği yerde yine ben
yüzüm ne nurlu göründü yüzüme
ne karanlık göründü
bir ışık yansıdı-yansımadı
aynaya


7.

iç içe geçmiş
el ele vermiş
koyun koyuna girmiş
öpüşmüş sevişmiş
kırılganlıklarını yitirmiş
miş'li geçmiş aynayı yemiş


8.

hayatım
işaret parmağımın ucunda
baş parmağımın korumasında
ve hayatım
yüzük parmağının
anlamsız dostluğunu seviyor
ve hayatım
serçe parmağımın
şamaroğlanlığı olmasa
tatsız olurdu.

9.

benim sevgili şehir manzaralı odam!
köy düğünü gibi bu şehrin her manzarası
başka manzara da kabul etmiyor gözlerim son zamanlarda
yorulma hastalığı başladı
bir ayağı denizde gözlerimin
bir ayağı şakağımda
ve aslında yerlerinde durmuyorlar
gözlerimin ayakları
bu şehri aşmak
bu tepeleri delmek
tepesi düzlüğü çukurları
başka köy düğünleri görmek istiyor
gözlerim sınır tanımıyor
ve görmek için bakıyor şehrin ellerine "parmaklarına"
ayaklarımın kalası yok burada
sabırsız
sınırları çiğnemeye üstünde zıplamaya
ellerimde kağıtlarla.



10.

ben var ya
ta benim olduğum yerde
yerin yerinde olup olamadığı
köşeli(msi)
çıkıntılımsız-mış-tırtır
ne göl
ne gök
gibi kararsızdım
geldim
oldum


11.

sahiplendim de ben
sonra da terk ettim hepsini
'hepsi'ndeliklerimin
birini yutturdum
yutarmışçasına
ve sağımda
sendelemediklerimle ben
sendelediklerimde onlar-mışcasına.


12.

yoruldum
kafam döndü beynimin içinde
gözüm bir otobüs camı aradı gözlük niyetine
otobüse binemedim
ağladım sayılır
yola gidemedim
nefessiz mi kaldım ne
ben bir çay içeyim en iyisi,
şirketten olsun.


13.

gittim ben galiba
biyere
bi"yer"lere
kendimi yolpaketi yapıp
bi kaplumbağa gibi
biyerLERe gittim gibi
her gittiğim BİYERde
bi YOLPAKETİ daha katıp kendime.
şimdi yine yolpaketi oldum
tesbih böceği gibi
toparlandıM
TOPARLAcık oldum
"TOPLA"dım pıllarımı
ve pırtılarımı bi leyleğin YUVAsına bıraktım
kışa doğru "ardım"a katılır nasılsa.




13.

zamanlardır,
çok zamanlardır,
bi de
zaman vardır.
ama ben
çok zamanlardır
karıştırdığımdan mıdır
yoksa
yokluktan,
yokluğumdan,
yoksa
benden,
bizden midir,
yokum gibi,
evde yokum.
gibiliklerimden arınayım da
içine düşmeyelim
diye diye
bi de
peşimden koşmayalım diye diyedirler.
bööledir bunlar.
bööle bööle düşülürr.


14.

yırtıldı ağzım ve içime aktı
sözler
bir adım geri şimdi
ya da solucan adımıyla ileri
sürünmek istediniz mi siz hiç
acaba
belki de
farzedelim ki...
bi de madem su kenarındayız
atlasak olmaz mıydı yani
çıplak olmasak
yada çıplak değil de
çırılçıplak
o zaman sevişilir mi
yani suyun içi karanlık olmasa
saat kaç oldu şimdi?
sevişme zamanı geçtiyse gidelim buradan
ve bazı heykellere bakalım
kalçalarının altından bacaklarına sarılalım
ve başımızı karınlarına dayayalım
doğurgan olsun karınları
suya bebekler doğursunlar
doğum günlerini kutlayamayacakları
yada meyveler versinler
don olduğunda kaybetsinler meyvelerini
kimseye yaramasın
kara taşlar doğursunlar
ağlayamasınlar
bir odada
bir başlarına doğursunlar
sadece Onu tanısınlar
O, yüz vermesin
bir ağaç diksin tarlasına
ama gövdesini kireçlemesin
hastalıklar tırmanabilsin gövdesinden meyvesine.
başına yastık kılıfını bürlensin
şişmiş ayakları yuvarlansın her yere
hacıyatmazlar gibi...


15.

bişey daha
ne ki bu etrafımızdaki
soluğumuzu saran
karga boku sadece
o kadar
püf diye çıkıyo ya son nefes
bunu vermek için mi herşey
bi PÜF için mi
karga boku kadar bi süre işte..
çok mu karamsarım? bilmem.. öyleyse boşverin gitsin.



16.

anlattığım nasıl olsa bitecek bi yerlerde kırmızı örgüden yol yol uçları
salkım salkım göze göre salkım saçak bir kaçak yeşil olamayan gri ovanın
göbeğinde zeytin çekirdeği bir karganın öğle yemeği artığı petekleri gün
ışığına çıkardığında duyulabilecek kadar güzel çıplak altın sarısı petek
petek bal kokusu birbirinden habersiz şaşı gözler bağırdı tuğlalar ateş
saçtı üst üste konmuş, boyanmış kadının makyajı aktı dediler sözcük yutmuş
kadın karnı uğuldamış kulakları duymamış kulaklar üst üste SAĞ BAŞTAN BAŞLA
SAYMAYA başla... başını oynat sola döndü sonra sokak adamı şarap şişesi
karnı guruldadı bu kez kadını gördü. toprak kaplarda pişmiş kaçık. sarnıca
düşmüş çocuk ben duymadım uğuldadı yalnızdı altı altı geldi zarlar varolan
en büyük yenilgi habercisi eylendi biraz kuyuda eğlenmek nedir kadın kelime
yutmuş.


17.

soğuk soluklar yuttu. gölgesini göremeyeceği kadar küçüktü gövdesi,
gövdesinin gölgesi için güneş yoktu.


18.

içeri girdiğimde, sarı abajurun altında yere oturmuş siyah beyaz
zamanlarımızın fotoğraflarına bakıyordu.
girdiğimi fark etmedi. öylece durup seyrettim. saçları hala beline kadardı.
ama yıllar ona da torpil yapmamış. beyazlar var arada. kuş kanatları gibi
fotoğrafların arasındaki elleri. parmakları incecik. keten gömlek giymiş.
eğildikçe kemikli omuzlarını görüyorum yıllar sonra. yavaş adımlarla
yaklaştım, beni fark etmesin istedim. sadece seyretmek istedim. tam önünde
durdum. önce ayaklarıma baktı, dizlerime, karnıma... zeytin gibi kapkara
gözleri gözlerime öyle yavaş değdi ki, sanki bir on beş yıl daha bekledim o
"an" için.. ayağa kalktı. yan yana, upuzun uzanmıştık sanki, tavana doğru...
parmaklarıyla yüzümü öptü, gözlerini gözlerime değdirdi... her gün herkes
için kullandığımız kelimeleri oyunlarımıza alet etmemeyi öğrenmiştik yıllar
önce, ya da öğretmiştik birbirimize ve unutmamıştık. kelimeler başkaları
içindi. dokunuşlar, sevişmelerse bizim için. soluklarımız iyice titremeye
başlayınca bıraktı gözlerimi. kapıya yürüdü. ellerini arkasında birleştirip
on beş sene önce her topluluk içinde yaptığı gibi seni seviyorum işareti
vermesini bekledim. ellerini arkasında birleştirip tırnaklarını parmaklarına
batırdı.



19.

bence
kafama göre işte
aldım
koydum
gittim
gitti
gelen giden
yazsan
yazardım
bencildim bencilim menzilime giren kuşları ilk ben görüp bunlara ağlayıp
dişsiz timsahlara üzülüp durup penceremi patlatıp asma ağacına yuva yapıp
saksılarıma yağmurlar yağdırıp iyice bencilleştim.


20.

biri
varmış :
sallana
sallana
bir
o
yana

biri
yokmuş:
sallana
sallana
bir
bu
yana

yana
yana
her
duvara

döne
yana
her
kucağa

o
bucağa

öbür
uca


21.
işaret etmek mi?
işaret eden mi?
yalnızca işaret mi?
im mi?
"bu" mu?
"bu"yu işaret eden mi?
işaret edilen mi?
bunların hepsi mi im?
kime işaret ediyor im?
kimin işareti im?
im tanrı mı?
ben neresindeyim?
araç mıyım?
im araç mı?
amaç mıyım?
im amaç mı?
neremize konuyor im?
neresine işaret ediyor?
nasıl nefes alıyor?
nasıl kanatlanıyor?
nasıl uçuyor?
nasıl konuyor im?
bu im nereye konuyor?
nereye koyduk imleri?
imleçle kol kola soktuk imleri.
nokta.



22.

BEN

-olgu'dur:
soru(n)
cevap
sebep'tir

-olay'dır:
neden
nasıl
nerede
ne ile
ne zaman
kim'dir

-matematik'tir:
e=m.c2
e=esas
m=mutlak maneviyatın mevcudiyeti
c=can'dır ve can'dır

-eşitlik'tir:
2+2=4
iyi + iyi = iyi

-eşitsizlik'tir:
2+(-2)=4
iyi + kötü = iyi
kötü + iyi = kötü

-belirsizlik'tir:
0=?
sıfır nedir?

-cümle'dir:
bir ben var bende benden içeri



23.

aşk, şiddetin en evrensel biçimidir ve aşk benzemez hiçbir okulda
öğretilene.

ekin


24.

BEN

-olgun'dur benleri boynun:
sorgu, ellerimizin verdiği cevap
sebep'tir konuşmamız

-oyun'dur:
nedenliğe
nasıllığa
neredeliğe
ne ileliğe
ne zamanlığa
kim'liğe soyundur

-otomatik'tir:
36 derce
70cm
maneviyatın mevcudiyeti: hacim
c=can'dır ve can'dır, cemal'dir ve can'an'dır

-eksiklik'tir
eşelenir
iki kol + iki bacak=iki göz + iki boyut
iyi + iyi = iyi ve mecbur
iyi - kötü = iyi ve kendi

-çokluk'tur
kıyamettir
kıyametredir
gıyabındadır
gıybettedir, ettedir
iyi + kötü + çirkin = iyi
kötü + iyi + güzel = kötü

-belirginlik'tir:
0=? 3.tekildir ten
sıfır nedir? bizden

-öz'dür:
sen bensen ben kimim?



25.

Ay damlatıyor.
Çok yapışkan.
Parmaklarımı kestim, ay damlıyor.
Parmaklarım yapışıyor.
Ay, parmaklarıma yapışıyor.
Parmaklarıma yakışıyor.
Ay parmaklarımı sarmalıyor.
Ay sarmalı.
Ayın sarmal gücü.
Ay sarmalı parmaklarımı.
Ay sarmalı, dolanmalı boğazıma.
Boğazıma yapışmalı.
Yapışkan ve kaygan bir vadiden ay doğmalı.
Vadiden içeri dolmalı.
Ay sarmalı, suları ters akmalı.
Sular vadiden yukarı dolmalı.
Vadiye ay akmalı.
Yamaçlar sarsılmalı.
Ay tozuna bulanmalı tepeler.
Islanmalı.
Ay, ıslatmalı.
Ay, suları almalı.
Denize akmalı.
Deniz, en görkemli ayların doğduğu yer.
Denize ay doğmalı.
Ay kaymalı.
Ay sekmeli denizde.
Ayın üstünden gemiler geçmeli.
Ship ahoy!
Yüzlerce kuş havalandı.


26.

Karnının üstünde birleştirdiği elleri o kadar küçük ki... O elleri gören kim
olsa, gözleriyle konuşan bu dolgun dudaklı kadının küçücük bir kahve
fincanını bile kavrayamayacağını düşünür, incecik parmaklarının hiçbir
eldiven tarafından sıkıca sarılamayacağına ve parmaklarına hiçbir yüzüğün
tutunamayacağına inanır. ancak bir papatya sapını tutmaya yakışacak elleri,
saklanırmışcasına birbirini kavramıştır. Fakat ipek bir mendili tutar gibi
birbirini tutan ellerin asıl sarmaladıkları ikinci bir hayatı müjdelemekte
olan ipeksi şişkinliktir.





27.
deniz böcekleri ve kabukları konuşmaz
ve unutmaz
kafası karışmış bir gün bir kafadanbacaklının
unutmuş sanmışlar
böcekler hep kabuklarının içinde saklarlar
unutmadıklarını
unutmaya çalıştıklarını kabuklarına katarlar
unutulmuş sanılan kabuğun umutsuzluğudur



uyku

Mümkün kıldı her şeyi
Yanağımı koparmaya çalışan kozalaklar tıraşlanmış bacaklara
Ve salyangozlarsa ters okuyan gözlere aktılar
Kırmızı halılar uzaklaştılar ben yürüdükçe
Sessiz harfleri tüketmek üzere yola çıkmıştım
Hafızdım
Korkmuştum
Hıçkırmıştım

Dallarımı çekiştirip sofralar kurdular üstlerine
Mümkün kılındı her şey
Havalandırma boşluklarından bana doğru
Yaramadı içtiğim su
Ve yazdığım sesli harf
Korkmuştum
Unutmaya yatkındım
Uyanmaya
Yattım

Karıncalandı yüzüm
Kendim gördüm benimi
Mümkün kılınca her şeyi
Bisküvi kırıntılarından hamur
Kuş gagalarından fön makinesi
Gazete karasından boya
Yaptım
Yapmadım
Yaptım
Yapmadım
Hıçkırdım
Hiçbirdim

Zarlarımın arasında fareler gezindi
Bilgisayar oyunu muydu
O gitmemiş miydi tuvalet kağıtlarına sarınıp
Mümkün kılınınca her şey
Oturup elma saydım
Parmaklarımdan çoktular
En unutandım
Hafızdım
Hafızsa dediler
Hafızdır

Tersten okununca yazılar
En heybetli uykulardan uyanır
Islak ağızları yapış yapış
Emerler sözlük harflerini
Mümkün kıldırır
Korkuyu
Korku uyurken kollarımda
Tenimle beslenir dolmakalemler

Uyku mümkün kılar kakalağın hafızlığını

28.03.05

şiir güncesi



I.
Şehirdeki
Korkudan
Ne kadar
Uzaklaşırsan
O kadar
Yakınına
Gelecek
Senin,
Çünkü sen hiç
Şehrin
Korkusu olmayı
Denemedin
Ve kendi
Pembe
Gözlüklerini
Yaratmayı
Değil
En
Yakınındakininkini
Kullanmayı
Denedin hep,
Sana
Küçük yada
Büyük
Gelmesini
Umursamayarak
Çerçevenin.


II.
Dünyada
Binlerce
Renk
Olsaydı
Sadece
Birini mi
Beğenirdin?
Aynadakine yalan
Söyleme
İnsan,sen
Sadece kırmızıyı
Sev(e)mezsin

III.
Nedir bu
Uykusuzluk
Tutkusu?
Uyku
Uykusuzlukta
Olduğundan mı,
Yoksa
Hayal
Edebileceğni
Rüyanda
Göremeyeceğin
Korkusundan mı?


IV.
Günler
Bittikçe
Azalıyor
Ve
Bitirdikçe
Çoğalıyor
Ve her gün
Batımıyla
Bir bilet
Kesiliyor
Diğerine,hiç
Kullanılmayan
  

IV.
Dibe
Vuruşun en
Çekicisi
Ve en
Tehlikelisidir
Aşk.ve hep
Birlikte
İnkar
Ettiğimiz
Kadar
Korkunç ve
Hayata
Dair…

VI.
Tabanwaya
Yükleniyor,
Tabanvaya
Bile para
Harcıyoruz
Parasızlıktan

VII.
ellerimde parçaladığım her şey
hayatım
hayatımın yüzüne kapattığım her kapı
cebimden çıkartıp fırlattığım her anahtar
aklımdan çıkardığım her sözcük
dışkılarım-dışladıklarım-
ayaklarımın altında parçaladıklarım
her çimen ve ben.
Kulağımı dayadığımda saatin çıkardığı her seste
Ve sessizlikte
Benim olan her şeyi
Gerçekte bana ait olan tek şeyi tüketiyorum
Bana varlığımdan yokluğuma dek
Sunulmuş ve sunulacak olan tek şeyi
Beni.


VIII.
Hayatımızı her gün bira şişelerinde bitiriyoruz
Güneşin battığı yere doğru kaldırarak kadehlerimizi
Güneş,güneş saçlıydı,güneş yüzlüydü
Güneş gibi kalbini bize açmıştı
Gardoraplarımızdan hiç çıkarmadığımız giysilerimizi giymiştik özenle
Birer güneştik hepimiz
Birer güzel
Güneşle aramızda bir deniz vardı
Ve biz o denizi bira şişelerinde bitirmiştik


IX.
Neden hep susmak zorunda kaldıklarımız beynimizdekiler
Ve midemizin almadığı bir hayatı yaşıyoruz yaban gibi
Yavanlardan zevk almaya çalışıyoruz kendimizi yaratabilecekken
Ve evimizin kaç odalı olduğu gibi gereksiz bilgilerle şişirip beynimizi
İş
Düşünmemiz gerekene gelince uykuya atlıyoruz
Uykuyu güvenli ana kucağı görüyoruz
Gözümüzün öündeki perdeyi görmüyoruz
Perdedeki resimleri hayatımız sanıyoruz


X.
Peydahladığımız aşkımızdı bencillik
Ve sokak lambasının ışığı sönene dek incelemekti
Seni, beni, ve darboğazı


XII.
Yalnızlık
yalınlamadan hayatımızı
sen beni bulmadan önce
ben eni bulmalıyım
musluğun tekdüze damlaması gerek artık
tamirciye değil
öze gerek var
ve bir aynaya değil
büyütece ve kurşun kalemlere


XII.
Beynimizin sokak köşelerinden çıkarıp başımızı
Meydandaki hayata dikmişiz gözlerimizi
Gerçek hayat çekildiğimiz köşemizde mi
Meydanda mı tereddütündeyiz

XIII.
Bıktım
Yastığım
Taşımıyor
Kafamı
Düşüncelerimin
Ağırlığından


Şubat 2002