22 Eylül 2011 Perşembe

Çok eskimişim, atın beni.


     Gülerken başıma geldi hep bunlar. Ayağım kaydı, burnum aktı, karnım acıktı, sesim kısıldı. Ağladım, canım sıkıldı sonunda. Kelimi kimse görmedi, ağladığımı da. Hep uyurken yakaladınız beni. Bense hiç görmedim sizi, ne yerken, ne bilirken. Kıskandım. Korkularınıza bile özendim. Bir sabah, uyanamadığımda, farkındalıklarınızın hepsinden vazgeçmenizden koktum en çok da ve sonrası olmayan çiçekli yollardan. Her gülümsemeniz bende bahar etkisi yarattı. Ve her defasında alerji oldum. Bıraksaydınız da tam olarak yaşasaydım acılarımı bari. Her duyuma ard arda hüzünler yolluyordunuz. Hissedememekti bütün korkum.
     Her şey böyle mi başlamıştı? Savrularak ve incinerek ve ölümüne susayarak? Sanki bir milyon insan evladı üstümden geçmiş üstünlüğünü kanıtlamaya çalışırcasına ve karanlık ayakların dibinde çırpınırken ağaçların arasında saklambaç oynamaya heveslenmiş ve yenilgiye uğrattığımız hayattan aldığımız öcün canlılığıyla savrulmuş? Bir anlık nefes, bir anlık  alış veriş, kaybettiğimizi zannettiğimiz bir şeyi aslında unutmuş olabileceğimiz ihtimali ve suçladığımız onca an. Bir şeyleri başlatır gibi bitirerek ve sol cebimden düşürdüğüm anahtarın kilitli unuttuğu kapılarımı açamayışım…
     Dilek dilediğim ağaçların altında bıraktım çocuğumu. Sağımda ve solumda kalan taraflarımın benden uzak oluşunu  hissedemeden düştüm bu kuyuya. Benden taşlar fırlattım kalemin zayıflayacağını düşünmeden. Kolum, dayadığım masalarda durmadı. Düşeceğim endişesiyle uyandım rüyalardan. Köşelerimi törpülüyorum şimdi yüksek binaların arasında. Şarkılar dinliyorum ruh halimin kıvamında. Oyunlar oynuyorum, düşünmeye fırsat bırakmıyorum. Uyutuyorum kendimi. Kentimi terk edip şehrimi yaratıyorum. Bir su içiyorum, ikincisi çok geliyor. Terk ettiğim kentime kar yağmışmış yıllar önce, şimdi şehrime yağıyor, görüyorum, tutuyorum, tuttuğum şeyleri değerli kıldırıyorum hayata, mutsuzluk gerekçesiyle. Saatin sesi gizlediğim huzursuzluğa vuruyor. Özlediğim sadece delilik ve yola çıkmak. Yola koyulur gibi yaparak avutmaktan bıktım özlemlerimi. Geçtiğim her şerit benim için özellikle tıkanıyor, bense duruyorum ve bağrıma bastığım umarsızlık rolüyle sarılıyorum özlemlerime. Her yola çıkışımda kaybediyorum kendimi, sapaklardan birinde unutuyorum.
     Sevdiğimi sandığım yemeklerin arasında kaldım hangisinden tatsam diye düşünerek. Ben bir bal arısı değilim ki çiçek tarlasında tatmak istediklerim tutmak istediklerim kadar uzak değil. Belki kum yerine yastığıma gömdüm başımı. Herkes halay çekerken ben ağladım. Tutmak istediğim bu muydu? Tıknaz bir adamla muhabbet etmekti. Onunla alay eden sözcükler kullanmaktı, iyi niyetini sömürmekti, sindirmekti. Yiyemeyeceğim yemeği yapmak istemedim belki de. Şimdi bir ekmek fırını işletiyorum bir şehrin göbeğinde, ekmeklere betimlemeler yapıyorum. 
     En son ne zaman gördüğünüzü bilmediğiniz sürekli tekrar edilen bir rüya gibidir hayat. Ne umduğunuzu ve ne bulacağınızı aynı anda biliyor olmanın suçluluğu ağırlaşır, omuzlarınızda çekemez olursunuz. Çocuklar dönme dolaplara bindikten sonra  aslında hayat hiç  değişmez, ama her çocuğun hayalinde bir dönme dolap, ya da bir  atlı karınca vardır. Kızdığımız insanları çarpışan arabalara bindirip beynimizdeki lunaparklarda sarsmak istemez miyiz hiç, veya ellerine balonları verip sonra da iğneler batırmak balonlara? Kurdele bağladığımız zarflarda bozuk yiycekler sunmak savaştığımız hayatlarımıza?
02.08.2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder