26 Haziran 2011 Pazar

30 görev başında / 30 için görev başında

Herkes tatilde (Ayşegül de mi? Haalaa?). Benim için 'herkes' olan herkes. Aslında bu şehir için de herkes. Ben buradayım. Nöbetteyim. 30'umu besleyip büyütmeye devam ediyorum. Ara vermeye niyetim yok. Kimi zaman sabırsızım, kimi zaman sabırlı (hatta isteksiz). Eninde sonunda geçip gitmiş olacak sevgili otuz. Hatta otuz'lar. Yirmilere olduğu gibi. Geri gelme şansı yok hiç birinin. 
Ben dün en son 30'um için liste yapıyordum. Otuzumu onure etmek için sayıyor, sıralıyordum. Tüm konserleri festivaller, gösteriler, sergiler... Eğlenceli ne varsa önüme serilsin istiyordum. Geçen sene binlerce yakarış ve zilyonlarca yalvarıştan sonra nazlana nazlana gittiğim/götürüldüğüm Freshtival'den sonra bu sene bu denli zıvanadan çıkmış olmam haliyle tuhaf görünüyor. Kabul ediyorum. Tuhaf. Durum gittikçe de tuhaflaşacak, hatta 12'ye doğru zıvanadan çıkabilir, mühim değil. Çıksın. Eğleniriz ne güzel. 
Şimdi ben her akşam oturup böyle 30'uma kah güzellemeler methiyeler, kah yergiler diziyorum ya... 30'um bana ne yapıyor? Caanım 30'um. Zor 30'um. Biricik 30'um. Uykusuz, yorgun, kararsız, üşengeç, deli gibi 30'um. Sen bana neler ediyorsun böyle? 
Listeyi yine yarıda bıraktım. Devam edelim.
Sanat kendim içindir felsefesini geliştirmeyi düşünüyorum, başladım da sanki ufak ufak. Hı?
Spor yapmayı istiyorum, ama camekanlı odalarda elektrikli koşturgaçlarla değil, patenlerle mesela :) Altında akııııp giden engebeli İstanbul'u kulaklarımla duyarak, her tarafım tir tir titreyerek... 
Kızıl ordunun askerleri gibi uzun, sessiz, sarı beni bekleyen kitaplarla yüz göz olmak yeniden ... Delimen karakterlerle delimen muhabbetlere girmeyi hayal etmek! Hahha!
Uyumak... Uzun. Soluk alıp vererek. Döne döne. Uyanmadan. 
Her gün yeni ama bildik bir heyecanla, sıkıntıyla, avuntuyla, mutlulukla, kış ayazıyla, yaz güneşiyle işe gitmek... Hımm. 
Yemek yapmayı istemek yeniden. Yemek yemeyi istemek. Her akşam eve geldiğinde mumları yakmak, bazen delirip gemileri yakmak, diziye öyle çok dalmak ki yemeği yakmak... 
Yeni yıl için karnı ağrımak... Süsleri yine 3 ay öncesinden asmak, hava kararınca ışıklarını yakmak. Bir yakmak, bir söndürmek, oturup karşıdan bakmak... 
Rakı şişesinin deliğinden bakmak, içine su katmak... 


görsel: http://media.photobucket.com/image/bucket%20list/RhondaAlbom/bucket-List-talk-bubble-x2.jpg

25 Haziran 2011 Cumartesi

sen nelere kadirsin!


Şimdi tam olarak 30 olmadan neler yapmalıyım diye düşünüyorum da, İstanbul’daki (ve mümkünse Avrupa’daki) müzik festivllerine, konserlere gitmek istiyorum. Eğer bana bir doğum günü hediyesi almak istersen, bu bir bilet olabilir. Şimdiden teşekkürler.

Başak ve Gülşah gittiler. Aslında yeni değil, neredeyse 3 hafta oldu. Onlara el sallarken bu kadar yalnız hissetmeyi beklemiyordum. Ay tutulması gibiydi hissettirdiği. Ama izleyen değil de tutulan gibi. Tutulma bittikten sonar küçülmeye başlayacak ve sonra yerimi yeni aya bırakacağım, zaman onun tutulacağı günü aydınatana kadar. Ve bu ömür boyu devam edecek, bir küçülecek bir büyüyeceğim. Bir karanlıkta kalacak, bir aydınlanacağım. 

Eskiden ne çok yazardım. Sanki hep ayrılıklar yaşıyormuşum gibi… Ne kadar üzgündüm hep. Bir gün çocuğum olursa benim gibi olmasını istemiyorum. Yorgun ve üzgün bir ruh olmasın, yazmayı, okumayı, bakmayı, bilmeyi sevmesin; ziyanı yok. Çok mutlu, bol kahkahalı bir çocuk olsun. Büyüyünce aya değil güneşe benzesin. 

Buradan taşınıp giden yalnızca evimi benimle paylaşan kardeşim ve kız arkadaşı değil de aynı zamanda salonun köşesinde duran kırmızı lamba, kitaplıktaki en sevdiğim kitaplar, televizyonda zapping yaparken rastladığım en sevdiğim film, eskicinin kitap rafından çıkan sarı yapraklı roman gibi. Sevdiğim insanlarla birlikte sevdiğim şeyler de taşınıyor sanki. 

Kırmızı lambanın rengi soluyor, sarı yapraklı eski kitabın kitap kitap kokan yaprakları birden rutubet kokmaya başlıyor ve kapağına dokunduğunda hafif nemli, kaygan bir his bırakıyor. Bir daha dokunmak istemiyorsun. Rutubetten rengi dönmüş kadife kumaş gibi galiba bu his. Evet, onun gibi. 

14 yaşımdan beri ailemden ayrı yaşamama rağmen hiç bu kadar kesin bir şekilde yalnız kalmamıştım. İşte 30'un bana hediyelerinden biri. Bu defa tek başıma yaşadığım evim, faturalarım, bunaltıcı yaz sıcaklarım, bacağıma dökülen sıcak kahve, bozulan sifon, boşalan su damacanası, kedilerin temizlenmesi gereken kumu, beni kahkalara boğan mizah dergileri, çok özen göstermememe rağmen açan çiçeklerim, can sıkıntıları ile yalnızım. 

Yazıyla otuz, sen nelere kadirsin... 

25'ten sonra saymak kısmet olmadı!

Ben o zaman 17 yaşındaydım. İstanbul'a yeni gelmiştim. Aylin 18'indeydi. Benden yalnızca bir yaş büyüktü, ama bir yıl uzuuun bir zaman dilimiydi. Bazen geçmek bilmezdi. Yeni yılı, bayram tatilini, yazı, baharı, yemeğin pişmesini, kahvenin kaynamasını... Bekler dururdun. O yüzden 1 yıl büyük bir yaş farkıydı. 


Tanıştığımız yıl Aylin yaş bunalımına girdi. 18 olduğu için sırtına çıkan yük önümüzde bizi bekleyen yılların nasıl geçeceğini mi haber veriyordu ona neydi bilmiyorum ama o erkenden yaş bunalımına girerek iyi etmişti. Şimdi anlayabiliyorum bunu. Bense o zaman yalnızca 17 olduğum için beni bekleyenin farkında değildim. O zaman sadece kahkahalarla gülüyorduk 18'lik bunalımlının haline. Bence durumu harikaydı. Ben hala annemden gizli tuvalete bile gitmezken o çok özgür görünüyordu. Ben barın kapısındaki dar tişörtlü koca göğüslü adamla nasıl olsa günün birinde 18'imi dolduracağım konusunda münakaşa ederken, o nüfus cüzdanını uzaktan sallayıp içeri girebiliyordu. Daha gözlerinin kenarında kaz ayağı kırışıklıkları çıkmamış, saçlarını beyazları saklamak için değil ergenlik sancılarını daha kolay atlatmak için boyayan, en büyük sorunlarını Beşiktaş'taki eski iskelenin dibindeki çay bahçesinde, Taksim'de ucuz bira satan barda, konserde ya da öğrenci evlerinde çözmeye çalışan insanlardık. Sevgililerimizle evlilik hayalleri kurmak için çok erkendi, en uzun vadeli planlarımızı ders çıkışına göre yapıyorduk. En parasız zamanımızda bile içki ve sigaraya yetecek kadar paramız oluyordu. Kürt böreği, kır pidesi ve ponçik yiyor, okulun karşısındaki kahvehanede yeşil masa örtülerinin üzerinde oyun oynuyorduk mahallelinin bakışları arasında ve bunu yaparken sinsice bir haz alıyorduk. Özel üniversitede okuyor oluşumuzu örtbas etmeye çalışıyorduk benzeri yöntemlerle. 


Ama tabi her zaman bu hızda ilerlemiyormuş yaşam. Bazen kısa bir süreliğine hızlanıyor, sonra tekrar yavaşlıyor, sonra günün birinde öyle bir hız kazanıyor ki asla yetmiyor, yetişmiyormuş. 


18 yaşımı büyük bir coşkuyla kutlarken hayalini kurduğum özgürlüğün ve elde ettiğim hakların sınırları yoktu. Oy kullanabilecek, evden izin almadan istediğim gibi gezip tozacak, ciddiye alınacak, sayılacak, saygı duyulacak, birey olacaktım


20. yaşımı kutlarken de aynı şeyleri hissetmiştim sanırım. 17 ile 18 arasında bir fark bulamamış, 19'da da hüsrana uğramış ve bütün umutlarımı 20'ye bağlamıştım. En büyük düşmanım zaman zaman gözüme Kenan Evren'den farklı görünmeyen, özgürlüğüme, fikirlerime darbeler yapan babamdı. O da yaptığı her şeyi demokrasi uğruna yapıyordu. Sonra zamanla birbirimizi baba-kız olmak, aynı topraklarda bir arada yaşamak, ayrı fikirlere sahip olmak ve buna benzer pek çok hassas konuda bazen demokratik olmayan yöntemlerle eğitimden geçirdik. 


Bir gün birden, nasıl olduğunu asla anlayamadığım, hatırlayamadığım, yavaşlatamadığım, müdahale edemediğim bir hızla 20'lerin sonlarında buldum kendimi. Hala babamla demokrasi mücadelemiz devam ediyordu. Bazen omuz omuza veriyorduk savaşı, bazen karşı karşıya...


Bugünkü durumum ise işte tüm bu süreç sonunda olağan karşılanabilir sanırım. Yaklaşık dokuz aydır 30'uncu ve en tuhafıncı yaşımı nasıl karşılayacağımı planlıyorum. Buna nasıl planlamak denirse artık... 25'ten sonra ileriye doğru saymaya fırsatım olmadı. Şimdi 30 için geri sayıyorum. Son 49 gün, yazıyla kırk dokuz.