11 Temmuz 2011 Pazartesi

massive attacksal bir işkence türü*

Bu başlığın tanımı istenildiği gibi yapılabilir. Ben şimdilik yalnızca şarkının sözlerini paylaşacağım, devamında karın ağrım var:


it's unfortunate that when we feel a storm
we can roll ourselves over 'cause we're uncomfortable
oh where the devil makes us sin
but we like it when we're spinning in his grip.

it's unfortunate that when we feel a storm
we can roll ourselves over when we're uncomfortable
oh well the devil makes us sin
but we like it when we're spinning in his grip.

love is like a sin my love
for the one that feels it the most
look at her with a smile like a flame
she will love you like a fly will never love you, again


Yukarıdaki dizelere ses-müzik ekliyoruz. İşkencenin boyutları çerçevelere sığmıyor, bunu zihinler almıyor. Bir de sağolsun, şarkı şu sıralar en sevdiğim problemimi hiç zamanı değilken çözmeme sebep oldu. Özellikle 'çözmemi sağladı' demiyorum, bak o noktaya gelmiyorum, zira sorunum bana yüklü miktarda acı vermekte. Uyku problemi çektiğim son bir buçuk ay, bana zulüm gibi gelen, saçma sapan saatlerde saçma sapan uykular uyuyup gece 2 saatlik zavallıya dönen uykumu da saçma sapan rüyalarla bezememle ilgili maceralardan oluşuyor. Macera çok, macera çeşitli, macera yeter. Macera, bir yere kadar. 
Efendim, bu öğlen fark ettim ki çok cool bir sıkıntım var. Fakat cidden çok cool. Hani eve gelirsin, çok açsındır, hemen mutfağa gidip buzdolabını açarsın: yalnızca peynir, domates, salça, biraz zeytin ve tereyağı, işe yaramayacak 2 (yazıyla iki) patates, 1 (yazıyla bir) soğan vardır. Şanslıysan yumurta da olabilir. 'Hımm, bunlarla dün yediğimden farklı ne yapabilirim' diye düşünürken birden masaya yalnızca 1 (yazıyla bir) tabak koyacağın aklına gelir ve buzdolabının kapağını ivedi bir hareketle kapatırsın ya... Sonra çok oyalanırsın uyumamak için. Mesela banyo yaparsın, gazete okursun, televizyona göz atarsın, çamaşırları toplarsın, hatta belki gecenin bir saatinde elektrik süpürgesini çalıştırasın gelir de komşu faktöründen vazgeçersin. Yapacak fazla şey kalmayınca yatağa gitme hazırlıkları başlar. Dişini uzuun uzuun fırçalarsın, makyajını çok özenli bir şekilde çıkarırsın, belki peeling yaparsın, yatmadan bir bitki çayı içme fikri mantıklıymış gibi gelir. Sonra bazen o fikir yerini kahveye bırakabilir. Yeterince sıvı aldıktan sonra yatak odasındaki dağınıklığı toplarsın. Katladığın tişörtü çekmecedeki yerine koyarken 'bir ara şu çekmeceleri düzenleyeyim' şarkısını söylersin. Yapılacak pek fazla şey kalmamıştır artık. Yatağa yönelirsin. Yorganın altına girersin, ama asla yalnız değil! Ya bir türlü bitiremediğin bir kitap, ya mizah dergisi, ya dekorasyonla ilgili bir dergi (en kadınsal kişisel gelişim ve stres yönetimi yayını), ya ipod, ya da bilgisayar ile elbette. Bazen bu listedekilerin hepsi yatağın başucunda üst üste, yan yana seni bekler halde tozlanır. Fakat benimkiler tozlanamıyor da bu ara. Müsaade etmiyorum. Her gece başka bir işkence yöntemi ile uykumu uzaklara gönderiyorum. Zira yalnız uyandığım, yalnız kahvaltı ettiğim, çamaşırları yalnız yıkadığım, akşam yemek masasına ne geleceğine tek başıma karar verdiğim, alışveriş listesindeki eksikleri tek başıma hatırlamam gereken küçük tek kişilik evim bana dar geliyor (ya da büyük mü geliyor acaba?). Uyumamak için elimden geleni yapıyorum. İşte ben bugün bunu öğrendim. Sabahtan beri 500.000 (yazıyla beş yüz bin) kez dinlediğim şarkı yüzünden. Bu gerçeği bilmeden evvel hayatım daha kolaydı. Yaşadığım basit bir uykusuzluk problemiydi, dalga geçilecek yanı çoktu (ya da yoktu). 
'Love is like a sin my love'. Uyumaya çalıştığında başının üstünde dönüp duran sinekten farkı yok. Gerçek, orada, tüm sessizliğin içinde sessizliği bozan, olabildiğince sessiz hareket eden bir canavar gibi. 
Love is like a sin my love. Hadi git de şimdi uyu bakalım...


* Paradise Circus başlığı altında ekşi sözlük'ye yer alan entry'lerden biri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder